Mürşid

Tasavvuf ile uğraşan değildir.

Tasavvuf şuûrunu tahammül hâline getirendir.

Mutasavvuf yaşar.

Tasavvuf peşinde koşan, tasavvuf yapan, tasavvufî kitablar okuyan, tasavvufî sözleri seven, bunları öğrenmek peşinde koşan ise, mutasavvufane yaşadığı hayatın üstünde zihin yorar.

MÜRŞİD:

iki dünyanın da alâka menfaatlerinin dışında, müridinin ruhî formasyonunu yapan, yaparken de almadan veren bir gözcü, işaretçi, tasfiyecidir ki, müridin ruhunu kendi aslına biat ettirerek HÂLIK-mahlûk ikiliğini ortadan kaldırır. Bu sûretle müride himmet eder.

HİMMET:

Müridi nefsi ile dünya sevgilerinden soyar.

Belâ ve sıkıntıların insanı temizlediğini, başka vazifeleri olmadığını, müride mürşid himmet yolu ile öğretir.

Meselâ duanın bir çekişmek olduğunu öğretir.

Yâni sana, seni öğretir.

Ve kıymetini yükseltir, bilgini sana kaybettirir.

Mürşidin yardımı ile müridin makamı yükseldikçe mürid halk gözünde küçülür.

Yıldızlar da böyledir.

Kabahat kimsede değildir.

Yıldızda mı kabahat?

Hayır!

Halkda mı?

Hayır!

Bütün kabahat tam anlayıp göremeyen gözlerdedir...

Mürşid; ibâdetin ecir ve sevab için yapılmadığını ancak yanaşmak için olduğunu, tereddüt ve şüpheden tamamıyla âri olarak öğreten kimsedir.

Mürşid; müride yanaşmak için evvelâ kalb hazinesinden aşılar yapar.

Sonra da mürid tahammül hududuna geldiği zaman gayb hâzinesinden verir.

Gayb hazinesini müride açmadan evvel, evvelâ ALLAH’ın verdiği dert ve belânın bedava olmadığını söyler, gösterir ve sabır tavsiye eder.

Koyun gibi kendisine teslim olmasını ister.

Dünya malının ALLAH muhabbetine engel olmadığını sana anlatır.

Fakat dünya malına en küçük muhabbetin ALLAH muhabbetine engel olduğunu anlatır.

Bu şu demektir:

ALLAH muhabbeti Cenabı HAKK’ın kendisi gibi, yâni şirk ortak kabul etmez.

Bütün müridinin muradı Sultan olmalıdır.

Sultan sana mührü verinceye kadar, mührü vermezse üzülme.

Bu seni yanına almak istiyor demektir.

Sultanın yanında olursan zâten sana iş vermez.

Yorgunluktan da üzülmezsin.

Sana: Temiz vicdanın varsa, onu ferahlatan şeye sevab, içini kemiren şeye de günah isminin verildiğini öğretir.

O zaman cennet ve Cehennemin hikâyeleri kafadan silinir.

Korku sevgiye çevrilir.

Bu sevgi, yâni heybet-i ilâhîyeden bahsedildiği zaman, bu heybetden dolayı insan bayılır, düşer.

Bu esrar Cenabı HAKK tarafından gizlenmeseydi insanlar birbirinin yanında bile duramazlardı.

Mürşid; aynı zamanda kazâ ve kaderin çâre âlemini daralttığını sana öğretir.

Kazâ ve kaderin, demir ve mermeri bile erittiğini su hâline getirdiğini gösterir.

Gözünün Önünden gayb perdesini kaldırır.

Seni hayra, şerre sevkedenlerin yüzlerini gösterir.

Zira ALLAH işinde geçmiş gelecek yoktur.

ALLAH yanında ne sabah var, ne akşam vardır.

Bir velînin, bir hakîki mürşidin hakiki yönü açığa çıksa, ona ibâdet edilmeye başlanır.

Bu lakırdılar da rast gele kimsenin kulağına girmeden yana çok yücedir.

Hakiki mürşid, baştan ayağa kadar SUNNET-İ RESÛLULLAH’tır.

Ateşin yakmadığı eşref saatin sırrını öğretecek bir usta ara.

Şeyhin seni daima yanında olmasan bile görür, işitir.

Fakat ne söyler, ne gördüğünü tenkid eder.

Senin teslimiyetine ehemmiyet verir.

Ondan sonra ne söylerse, ne yapın derse düşünmeden yap.

Korkma!..

Sonunda onun himayesindesin...

Sonra erbain çile gelir...

Bunlar ruhun ile nefs ve cesedin savaşı ne hâldedir, onu ölçmek içindir.

Sonra şeyh seni halvate alır.

Bu yaptıklarının neye yaradığını, ne mertebeye çıktığını sana orada televizyon gibi gösterir öğretir...

Bâtınında daima seninle beraberdir.

Beraber bulunursun, beraber yersin, beraber içersin, beraber seyahat edersin.

Seni birçok mânevî zâtlarla tanıştırır.

Kırkları görürsün, yedilerle konuşursun, üçlerle sohbet edersin.

Dörtlerle mânen irtibat kurarsın...

İnsaniyet ve cesedinde bulunan ilâhî esmâlar başkalaşır...

Gözle El BASÎR tecellî eder,

Kulakla Es SEMİ’ ortaya çıkar.

Uzaklar görünür, işitilir...

Her şeyi görürsün.

Aslını anlarsın.

Ondan sonra şeyh seni tekrar halvete sokar ve başka bir kapıdan çıkarır... Ondan sonra her şey başka renkte, başka şekilde, başka kokudadır.

Bu anlatılanlar senelerin sonunda tecellî eder.

Veya etmez.

Amma şeyhin kuvvetli yâni hakiki ise, ki onun hiçbir iddiası yoktur, kendini HİÇ bilir...

O bir nazar ile seni yılların güç eriştireceği hâle bir anda getiriverir...

Asıl himmet işte budur ki, şeyhin sevgi ve coşması sonunda ortaya çıkar...

Bu nazar, balığı havada, su dışında yaşatır.

Hayvanı su içinde gıdalandırır.

Bu söylediklerim hiçbir kitabda, yazıda yoktur.

Halvet diyarlarındaki yazılardan bir nebzedir.

Bu lâkırdılardan bir damla bile kimseye söylemedim.

Söylediklerim kapalı, değişik sohbet ve nasihatlardır.

Yazılarımızda, kitablarımızda bunlar kelimelerin içine gizlenmiştir.

Dikkat edilirse kulağa birşeyler fısıldar, akla birşeyler aktarır.

Amma okunanları amel hâline getirmek şarttır...

Dünyada doğruluk köprüsünden geçmek Sırat köprüsünden geçmekten daha çetindir.

Bu yolda yürüyenler geri dönemezler.

Dönenler ancak yoldan dönenlerdir.

Hazreti Musa ağaçtan şu hitabı aldı.

“Ben ALLAH’ım!”

Şimdi: “İşte o ağaç ALLAH’tır!” dese küfre düşer.

Ve yine her kim bu sözü:

“ALLAH söylemedi!” dese yine küfre düşer.

Sûret-i tecellîsine bu şekilde inkıyad etmek lâzımdır.

Burayı yüzlerce defa okumanızı dilerim.

İlâhî esmâlarm su ve toprakla karışmasından husule gelen şekil insandır. Bu şekil insan cesedidir ki onda oturmak ve bütün hassa ve ilâhî hünerleri göstermek, ALLAH’ın emrinde olan RUH’a verilmiştir.

Ruh, bu cesedde iken konuşur, işitir, görür.

Bu cesede ER REZZAK ile RIZK verilir.

EL KAVi ile kudret, kuvvet ve enerji verilir.

Ruh bu cesedle insan ismini alır.

Bu menba’dan feyezan ile Fazilet, Merhamet, Şevfkat, Adalet ve bütün ulvî hassalar dediğimiz ruhun âdemiyet hamulesinden nebean eder.

Bu misafire hürmet için; temiz olmak, haram sokmamak, hased etmemek, dedikodu etmemek lâzımdır.

ALLAH’ın öyle kulları vardır ki diğer kullara baktıkları zaman onlara saadet libası giydirirler.

Bu gibilerle konuşanlar bazen onlara hürmet ederler.

Bazen şüpheye düşer bocalarlar.

Karşılarındakileri daima gaflet içine sokarlar.

Böylelikle kendilerini saklarlar.

Bazıları da onları hakikaten sezer, hürmet ederler.

Zamanı geldi mi onların feyz ve sevgilerine mazhar olurlar.

Tahta içinde büyüyen kurt, tahtanın fidanlık hâlini bilmez.

Sivrisinek ne bilir bu bağ kimin?

Baharda doğar, kışta ölür.

Eşşek, sahibinden eşşekliği yüzünden kaçar.

Irmağın kadrini bilse ayağını sokacağı yerde başını daldırırdı...

İrşad makamına daha ayağını basmamış, kendilerine meşayih süsü vererek etrafına mürid toplamış, irşad davasında bulunurlar.

Müridleri vardır.

Yek diğerine “sultanım!” veya “efendi hazretleri!” diye hitaptarıyla kendilerini dünya halkına velî tanıtırlar.

“Biz mârifet ehliyiz!” derler.

Evliyâ sözlerini, tasavvufi cümleleri satan dellallara rastladım.

Sin

Lâm

Ti

Elif

Nûn yazın.

Bunu okuyun SULTAN değil mi?

Bu Sin’in mukabili YASİN’dir.

Ondan sonra LAM geliyor. Elif Lâm,

NÛN : Nûr sûresi

Bunlar sultanın mânâsını verirler.

Kur’ân dilinde burhan demektir, Velî mânâsına gelir.

Mârifet ilimdir.

Bu ilim de RABB’iyle arasında perdeyi kaldırmaya yarar.

Mârifet sahibi her şeyin sıfatını görür.

Hakikatini göremez.

Sıfatların tevhidi mârifetdir.

Bu tevhidi bilmekle velî olmuş olamaz.

Hakikati göremez.

Eğer eşyaları zâhiri gören velî olsaydı hiç kimse azaba müstehak olmazdı.

Mârifet sahibi velâyet sahibi değildir.

Hatta yediler başka, kırklar velâyet sahibi değildirler.

Bu mürşidler velâyet makamına ayak basmış olsaydı, irşad davasında bulunmazlar ve kendilerini halk arasında aziz bilip ve HAKK katında uzak olmazlardı, kendilerini velî tanıtmazlardı.

Resûlullah âhirete intikal eder etmez, nübüvvet ALLAH’ın izniyle velâyete tebeddül olundu. Nübüvvetin hükmü tamam oldu.

Velâyet devri ortaya çıktı.

Resûlullah efendimizin ruhî kudreti evliyâda zâhir oldu.

Evliyâ öyle kimselerdir ki, bütün âleme ve her şeye gizlidir.

Her ilmi bilirler.

Dünya halkı, tasarrufun kimin elinde olduğunu bilmediğinden dolayı, evliyâ zamanında bilinmez.

Zâhiri varlığı her ne kadar gizli değilse de hakiki sırrı gizlidir.

Bu gün velâyet devri olduğu için kudret makamı evliyânındır.

Evliyâya sürülen Resûlullah’ın nübüvvetidir.

Bugün bir velî bundan üç yüz sene evvelki bir velînin yükü üç bin kilo ise, bu günkünün otuz bin kilodur.

Âhirete, kıyamete yakın, ALLAH’ın sevmediği işler o kadar çok olacak ki Cenabı ALLAH azap vermesin diye, Resûlullah’ın ruhaniyeti müteessir olmasın diye, velîler omuzlarının üzerine almışlardır bunu.

Eskiden bir velîyi kızdırmak için on sene uğraşacaksan, bugün üçyüz senede kızdıramazsm.

ALLAH bu devirde Es SABÛR esmâsıyla tecellî ediyor.

Resûlü Ekrem’in cesedi mübârekleri arzda iken rahmet hâlâ devam ediyor.

Kıyamet en son Mekke’de kopacak.

Beş dakika sonra da Medinede.

Cebrail, Mikâil, israfil, Azrail aleyhisselâm gelecekler.

Cesed-i Resûlullah’ı arzdan kaldıracaklar.

Dünya halkının arasında gizli yürüyenler vardır.

HAKK’dan başka onları kimse bilmez.

Bunlara eşyanın sıfatları da perde olmaz.

Onlara gizli bir şey yoktur.

Dilerlerse bir anda şarktan garba varırlar.

Bunlara Ehlullah derler.

Velâyet ve nübüvvetin ikisi de nûrdur.

O nûr, velînin varlığından vücudundan doğup çıkınca, buna velâyet denir.

Bu nûrun açıklanması;

Enbiyâya farzdır. Peygamberlere.

Evliyâya menn edilmiştir.

Çünkü nübüvvet tekdir.

Peygamberlik iddia etmiş olur.

Onun için yasaktır...

Her hâlin kendine has özü ve sözü vardır.

Her velînin kelâmı başkadır.

Kendi makamına göre görünür irşad ederler.

Hilme bürünmüşlerdir, halkın ayıbını örterler, affederler, cefâya mütehammildirler.

Aslında ALLAH’dan gelen, fakat zâhirde kullardan görünen hallere razı olurlar.

Herkes velîyi anlayamaz.

Velâyet sırrını kimseye göstermezler.

Her velîyi gizleyen birçok perdeler vardır.

Bu günün ulema ve mürşidlerinin ağzında bir tasavvuf kelimesi gidip durur.

Tasavvufun özü vardı, hakikati vardı fakat ağızda dolaşan ismi yoktu.

Bugün ise sadece isim var, özü kalmadı, hakikati de yok oldu.

Bir kimsenin içi dışından daha değerli olursa onun adına velî denir.

İçi dışı aynı olursa ona da âlim derler.

Dışı içinden kıymetli olursa ona da câhil damgasını vururlar.

Size daima söyledik yazdık, imâ ettik, sen bildiğin gibi gidersin.

Her şeyin sonu vardır.

Onun için bedesten lâflarından uzaklaş oğlum!..

25.X.1987 Pazar

Tahammül : Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak. Formasyon : Biçimlenme. Yetişim.

Nebze : Az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı.

Nebean : Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak

Dellal : İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet eden. * Hakka davet eden.

Bürhan : Delil, hüccet, isbat vasıtası. * Man: Yakînî mukaddemelerden meydana gelen kıyas. * Red ve inkâr için itiraz kabul edilmeyecek sûrette isbat-ı hakikat eden kavi hüccet.

Müstehak : Müstahak : Hak eden, hak etmiş. * Kendisi kazanmış.

Tebeddül : Başkalaşmak. Değişmek. * Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek. (Bak: Hudus)

Mütehammil : Tahammül eden, katlanıp sabır ile kabul eden. Dayanabilen, kaldırabilen.

Bedesten : Bedestan : f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı.