Gökyüzü diyoruz.
Semâ, diyoruz.
Feza diyoruz, ismine...
Hepsinin mânâsı başka başkadır.
Fakat farkında olmadan hepsine birden UZAY diyoruz.
Altında yaşıyoruz.
Altımızda toprak...
Semâyı seyrettiğimiz zaman nazarlarımız hesabı mümkün olmayacak derecede mavi boş bir genişlik içinde kaybolur gider.
İnsan aklına göre, feza denilen bu genişliğin bidâyeti (başlangıcı) olmadığı gibi nihâyeti de (sonu da) yoktur.
Burada “Bidâyet” ile “nihâyet”; “başlangıç” ile “sonu” kelimelerini ifade etmiyor.
Birbirinin karşılığı değildir.
Ezel ve ebed kelimelerine mugayirdir.
Semâ yoktur.
Etrafımız da aynıdır, târif ettiğimiz semâda biz, bizler, herşey...
Uçsuz bucaksız duygu ve düşünce denizinde sonsuzluğa ulaşma hasleti ile yanıp tutuşuyoruz. Dolaşıp birşeyler bırakıyoruz, birşeyler yükleniyoruz.
(Kâinatın büyüklüğüne dair yapılmış olan hesablar o kadar ölçüsüzdür ki, insanın zekâsı, onlar karşısında şaşırır kalır.)
Muhayyelenin beyhude olan birçok faaliyetleri hiçbir neticeye varamaz.
Hatta güneş manzumesi içinde bulunan bazı yıldızların arasındaki mesafeleri bile hakkı ile idrak, insan kudretinin dışında bulunduğu hâlde hâlâ uğraşıyorlar.
Bir sual: Gece-gündüz, mahlûklar için lüzum mudur?
Eğer öyleyse niçin kutuplarda 6 ay gündüz, 6 ay gece oluyor?
Dikkat “Lüzum mudur?” dedik.
“Lüzumlu mudur?” demedik.
Aradaki fark mühimdir onu evvelâ anla!
Ve niçin geceleyin bu kadar lüzumlu olan karanlığı, kamerin ziyâsı vasıtası ile ihlâl ediliyor? Hemen cevap verme bu sorumuza...
Bu, ilâhî bir hikmet ve sırrın ifadesidir.
ALLAH’ın sıfatlarının üstünde herşeyi saran kuşatan muhit olan:
RABBANİYET : RABB olması RAHMANIYET : Herşeyi rahmetle sarması.
RAHÎMİYET : Herşeye acıması.
MÂLİKİYET : : Herşey O’nundur.
Fakat herşey O değildir.
Ahiret hayatı;
Bu dünya hayatının ruhanî hakikatlerini tecellî ettiren bir hayattır.
Dünya hayatı da âhiret hayatının, maddeleşmiş şeklidir.
İnsanlar sebebini idrakten âciz olduğu neticelere harika nazarı ile veya hurafe gözlüğü ile bakar.
Asıl hayret edilecek harika bir neticenin tahkiki için, namütenahi sebeplerin hissedilmeden birbirini takip ederek, tam o neticeyi husule getirmesidir.
Matematik, kimya bunların değişmeyen mükemmeliyetini isbat ediyor.
Sebeplerini, niçin öyle olduklarını söyleyemiyor.
Ruhanî âlemimiz cesedimizin ruhudur.
Aralarındaki fark iç ve dış farkıdır.
Bunları deliniz, hakiki bir dünyaya girdiğinizi göreceksiniz.
Bu inanışlar kıyasıya vurulmuştur.
An’analerimiz, toprakta yatan öz babalarımızın dilsiz sesleridir.
Bazı hadiseler vardır.
Bunlar ne teleskopla, labratuvar aletleriyle değil, sırf insanda bulunan inanış nûrunun aydınlığı altında, kalb gözü ile sezilir, benimsenir ve yaşanır...
Yalnız başına ne madde vardır ne de kuvvet.
Azot, Fosfor, Karbon, Hidrojen, Oksijen hepsi bir takım hassalara mâliktir.
Bunlar kendilerine mahsustur.
Dışarıdan gelme değildir.
Ray üzerindeki demir.
Toz hâlindeki demir.
Kandaki demir.
Hepsi aynıdır.
Hassaları aynıdır...
Kuvvetden mahrum madde yoktur.
Madde ve kuvveti düşünce ayırır.
Hakikatde ikisi de birdir.
Bir kuvvetin maddeden evvel varlığı isbat olunsa bile, bu kuvvetin maddeyi halkedinceye Kadar ne yaptığı ve niçin âtıl durduğu meçhul ve sebepsiz kalmış olur.
Halbuki herhangi bir vasfı Hâiz olan birşey ile varlığı anından itibaren o vasfın tesiri altındadır.
Yâni kuvveti HÂLİK tanıyorsak, mahluk farzolunan maddenin dahi, kuvvetin varlığı tarihinden itibaren varlığı lâzımdır.
Şu hâlde kuvvet ezeli ise madde de ezelidir.
Mahluk olmayan mahvolmaktan da uzaktır.
Madde halkedilemez.
Mahvedilemez.
Madem ki madde mahvedilemiyor, halkedilmiş değildir.
Umumiyeti itibari ile kâinatın ne sebebi ve ne de başlangıcı vardır.
Şu hâlde zevali de olmayacaktır.
Bu hususların idraki kolay olmamıştır.
Muhtelif şekiller kesbetmiş ve birçok hatâları ile insanın zihnini kemire kemire bu şekle gelmiştir.
En basit idrak en son akla gelendir.
Basitlik hakikatin damgas’ıdır.
Ne kendi kendine madde, ne de kendi kendine kuvvet yoktur.
Bunların ayrılıkları ancak zihinde ve hayaldedir.
Biz maddeyi kuvvet ile hissederiz, kendisi ile değil...
Kuvvet maddenin harekî tarafı,
Madde kuvvetin sükutî tarafı.
Madde kuvvet aynıdır.
Bizim bakış noktalarımız değişir,
“İnsanın elinden suyun kaçtığı gibi kaçar kaybolur”...
Mıknatıs kabil-i nakil değildir.
Hiçbir cismin hiçbir maddenin kuvveti hariçde değil, dahilindedir kendindedir.
Anlaşılması mümkün olmayan birşey varsa o da kâinatın bidâyeti ve nihâyeti meselesidir. Hiçbir tarihle bunları idrak ve iddia etmek mümkün değildir.
Kuvvet denilen şey, maddenin hassalarından, hareketlerinden, tahavvüllerinden başka birşey değildir.
Bu hassalar ya tabiatda gizli veya âtıl, sükûn yahut da faal bir hâlde mevcutdurlar ve azalıp çoğalmak ihtimalleri yoktur.
Kuvveti ölçmek maddeyi ölçmekten çok zordur.
Kâinatda her hareket, kendi mevcudiyeti itibarı ile ebedi ve ezeli bir kuvvete muhtaçdır.
Bir hareket daima aşikâr olmayacağı gibi, bir kuvvet de bazen faafiyetsiz olabilir.
Bu hâl, o kuvvetin mahvı demek değildir.
“E FE AYINA BİL HALKİL EVVEL BEL HUM Fİ LEBSİM MİN HALKİN CEDİD”. Bu âyeti anlayanlara ve bu yazıyı okuyup düşünene tuhaf ‘bir sözüm var:
Suya simit atarlar.
Boğulmaktan kurtulur.
Boğulmaktan kurtaran simit midir?
Onu atan mıdır?
Cevap veremezsiniz.
İşte o cevap veremediğimiz ne ise ona “ES SELÂM” olsun...
7.5.1987 Perşembe
Muhayyel : Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış.
Mugayir : Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü.
Lüzum : Lâzım olmak. Bir şey bir şeyden aslâ ayrı olmayıp onunla sâbit ve dâim olmak. Gereklilik.
İhlâl : (Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek. * Birini ihtiyaç içinde bırakmak. * Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek.
Namütenahi : f. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz.
Âtıl : (Âtıla) İşlemez. Boş. Tenbel. * Bozulmuş.
“E fe ayina bil halkil evvel bel hum fi lebsim min halkin cedid : İlk yaratmada âcizlik mi gösterdik? Hayır, onlar yeni bir yaratma hususunda şüphe içindedirler.” (Kaf 50/15)