Bu kitab ve diğer ciltler hayırsever insanların fedâkârlıklarıyla çıkarıldı. Altıncı ve yedinci ciltler Derman hazretlerinin son demlerinde geçirdiği rahatsızlıklar nedeniyle yazılmamıştı r.
Bundan dolayı beşinci cilt olan bu esere önsözde “Son Damla” demişlerdir.
Anadolu’nun bağrından çıkmış büyük Velî’ler vardır.
Onlar bu mübârek beldenin insanlarına birer güneş olmuşlar, mânevî feyz ve ışıklarıyla Anadolu’nun varlığını koruyarak, ruhaniyetleriyle yıkamışlardır.
Kültürümüz onların efsaneleri ve güzellikleriyle enginleşmiş, hatta insanlık tarihinde ölümsüzleşmişlerdir.
Dr. Münir Derman, Anadolu’da bu gök kubbenin gizlediği mânevî güneşlerden biridir. Büyük insanları anlatmak zordur.
O, büyük insan... Büyük Velî...
Büyük insan demek; âdemiyet hamulesiyle görünmek sırrına ermiş insan demektir.
Onların heybeleri büyük fazilet ve insanlık örnekleriyle doludur.
Kimseye nasip olmayan meziyetlere sahib büyüklerin etrafında kinden, hasedten, hayranlıktan ve itiraf edilmemiş arzulardan örülmüş bir boşluk, bir çember meydana gelir.
Meydanı boş bulanlar bu makamları tahrif etmiş yanlış bilgi ve rivâyetlere yol açmışlardır. Büyük insanları örselememek lâzımdır, örselememek de büyük bir edeb ve inanma kabiliyetidir.
Derman’ı sevenler ve sevecek olanlar, gelecek nesiller için onun örselenmeden bilinmesini isteriz...
Bu yüzden biraz kendilerinden ve kısaca biyografisinden bahsedeceğiz...
Dr. Münir Derman 1910 yılında Trabzon’da doğdu.
Baba tarafından büyük dedesi Kafkasya’dan Şeyh Şâmil.
Ana tarafından büyük dedesi Ahmet Ziyâeddin Gümüşhanevî “Uçan Şeyh”.
Büyük nenesi meşhur evliyâ kadın GÜL hatun...
Annesi Şehvar hatun. Babası Ahmet Rasim efendi...
“Trabzon’da 4 yaşından itibaren Buharalı Hocası Ömer İnan Efendi’nin mânevî eğitiminde ilerlemiş ondan feyz almışlar, 9 yaşında hafız olmuşlardır.
İlkokulu özel Fransız okulunda bitirip liseden sonra üniversite tahsili için devlet tarafından Faransa’ya gönderilmiş, burada Felsefe-psikoloji okumuştur.
Üstün başarılan sayesinde sınıf atlamış ve Tıp fakültesini de bitirerek doktor olmuştur. Öğrenim yıllarında Mısır’da El Ezher Üniversitesine kaydolmuş ve ilahiyat tahsilini tamamlamıştır.
Askerlik yılları gençliğinin zor dönemleridir.
Kore ve Ekinava harblerinde bulunmuş burada doktor olarak hizmet vermişlerdir.
Yurda dönünce Dil Tarih Coğrafya fakültesinde öğretim üyesi olup felsefe doktorluğu yapmış, kısa süre sonra da bu görevinden ayrılarak Tıp doktorluğu hizmeti için Doğubölgemizde göreve başlamıştır.
Uzun yalnız yıllar, çileler onu Bozuyük’e sürükler.
Hükümet tabibi iken evlenir ve bir kız evlâdı olur.
Hâlen bir kızı ve üç torunu vardır.
Eskişehir’de genel cerrahi dalında doktorluğu devam etti ve buradan emekli oldu.
Japoya’da bulunduğu sıralarda Judo üzerinde çalışmış tekvando ve aykido sporlarını Eskişehirde tatbik eden ilk kurucu sporcu olmuştur.
Türk tıbbında ilk defa kopan bir ayağı ameliyatla takarak uluslar arası tıp dünyasında ilgi çekmiş, ilk tebrik telgrafı Sovyetler Birliği’nden gelmişti. Sonra Amerika’dan, Almanya’dan ve başka ülkelerden...
Davet üzerine Almanca’yı çok iyi bildiği için Almanya’ya gitti. 15 yıl Almanya’da anatomi profesörlüğü yapmış sonra da yurda dönmüştür. Burada da camilerde vaazlar vermiş çok sevilmişlerdir.
Fransızca, Almanca, Rusça, Arapçayı mükemmel bilir konuşurlardı.
Bu dillerin kültür ve edebiyatları hakkında derin bilgi sahibi idiler.
Yabancı dillerin yanı sıra bilhassa Fizik, Kimya Matematik gibi fen bilimlerinde, astronomide şaşılacak derecede bilgiliydiler.
Eskişehir’de Akademide öğretim üyesi olarak ders vermişlerdir.
Manevî ilimlerde ise O, velâyet ve tasarruf sahibi ilmî ledün sultanı ârif-i billah____Zamanın
son Velîsi... Büyük sultan...
Eserleri başka kitablardan derleme değildir. Bizzât kaynak. Velâyet-i Resûlullah kendi gönül havzından fışkıran mübârek bilgilerdir.
Notlarını titizlikle hazırlar yanlışsız olması için dikkatle yazdırırlardı.
Derman hazretleri hiç bir maddî servete sahib değildi.
Almanyadan döndükten sonra Ankara’da bir otel odasının mütevazi şartlarında yaşadı son demlerini...
Evi yoktu.
Eşi ile birlikte yalnız başına, eski tanıdığı dostlarıyla yetindi.
Ömürlerini ağır riyâzat ve çilelerle, büyük sıkıntılar, dertler içinde insanlardan uzak, namsız nişansız bir kul olarak geçirdiler.
Çok az yer, pek az uyur, suyu çok az içerdi.
Günde bir iki lokma veya bir zeytinle yıllarca oruç tuttular.
Tarikat kurmamışlardır.
Tavır ve anlayış olarak günümüz dergâh tekke vs. sine rağbet etmemişler, talebe, mürid, şeyh namları altında etrafına kalabalık insan yığınları toplamamışlardır.
Ancak vaazlarından ve doktorluğundan kendisini tanıyan ve hakiki seven sayılı kimseler ona yanaşmışlar ilminden istifade etmeye çalışmışlardır.
Çeşitli akımlara bölünmüş anarşiye, aslını kaybeden tarikat kamplarına ayrılmış, özü sevgiden yoksun, birlikten kopmuş insan manzaralarına baktıkça derinden üzülür memleketin selâmeti için dua ederlerdi.
HAKK’ın heybetini taşıdığı mübârek bedeni daima güzel kokar, cezbesi tesir altına alırdı insanı...
Peygamber ve Ehl-i Beyt sevgisi hücrelerine kadar yayılmış görünür bir ahlâk idi onda... Nokta kadar şikâyet, bıkkınlık taşımayan duru, sükûn ve teslimiyetin göründüğü tertemiz bir simâ...
Ağır sıkıntılar çileler ve dertlere rağmen yüz buruşturduğu, of bile dediği görülmemiştir. Dertlilere, hastalara şifâ verir yardımlarına bıkmadan usanmadan koşardı. Tıbbın çâre bulamadığı felçli bir çocuğu, görmeyen âmâ bir genci himmetleriyle iyileştirdiler.
Bunun gibi sayılamayacak kadar menkıbe hâline gelmiş çok hadiseler olmuştur.
Yanaşılması güç, kendisini ele vermeyen, içini göstermekten uzak duran, celâlli yapısının altında, derya gibi sevgi, merhamet ve şevkat görünürdü... Çok celalliydiler.
Bazen gürler konuşurlar fakat aynı zamanda da gözlerinden yaşlar akar yine konuşurlardı. Sakal bırakmamışlardır.
Fakat omuzlarına sarkan yele gibi beyaz ipek saçlarına itina gösterir onları ensesinde toplardı.
Askeri hastanede yatıyordu.
Doktor sordu: “saçlarınız neden uzun?”
Cevap verdiler biraz celâlli : “Peke seninki neden kısa?..”
Kıyafeti; tertemiz giydiği zevkle seçilmiş bir iki gömlek ve pantolondan ibaret, gösterişi sevmezlerdi.
Kışın dondurucu soğuklarında herkesin hayret ettiği gibi sırtına atlet giymez, gündelik gömlekle göğsü açık gezer, palto da giymezdi.
Bazen yün hırka giyinir sıklıkla onu da çıkarırlardı.
“Çok soğuk var üşürsünüz efendim!” dediğimizde, “ben yanıyorum!” diye cevap alırdık.
Hocam, demir parmaklı tercihli yolu geçit olmadığı hâlde yürüyerek karşıya geçmişti.
Çok âni oldu nasıl oldu bilmiyorum, hayret içinde kaldım.
Yakında bulunan trafik polisi de koşarak yanına gitti.
Elini öptü kucakladı:
“Amca bize de dua et. Burdan nasıl geçtiniz!”
İlerden geçip yanına gittim.
Bana dönerek, gülümsedi:
“Ne oldu ben de anlamadım. Birden demirler ortadan kalktı yol açıldı ben de geçtim” dedi. O âyet geldi aklıma “Biz her şeyi âdemin emrine verdik”...
Elimden tutuyordu.
Birden kendimde bir başkalık sezdim.
Bütün vücudum hücrelerime kadar titremeye başladı.
Özenle parlatılmış yerdeki mermer taşlardan, duvarlardan:
“ALLAH! Hû!” sesleri geliyor, inilti, haykırış hâlinde zikrediyorlardı. Dayanılması güç bu hâl ile ben de haykıracaktım ki kendimi tutmak için çaba sarfederken hocam elimi sıktı:
“Sakin ol yavrum!”...
Hemen toparlandım.
Anladım ki hocam bu zikri içine almış HAKK ile HAKK olmuştu.
Belki tonlarca ağırlık dizimi ezmeye başladı.
Bacağım ağrıyordu..
Sonra elini çektiler.
Ayağa kalktık, biraz yürümekde zorlandım.
Bu hâli çok sonra bir gün kendilerine anlattım.
Gülümsedi, fısıltı hâlinde kulağıma söyledi:
“Demek ki kendimle birlikte seyehatte idim”...
Eli anlatıyorlardı. Fırsat bilerek sordum :
“Efendim siz yürürken elinizi yan tarafınızdan biraz öne tutarak parmaklarınızı aralayıp etrafı tararcasına yürüyorsunuz, el ile ilgisi var mı?”
Bununla ilgili hatırasını anlattılar.
“Gençtim. Köyde sabah namazına kalktım. Köydeki belâlar başkadır bilirsiniz, dedi. Aşağıda pislik yığın hâlinde görünür. Pisliğe düşmüş bir örümcek çırpınıyordu fakat kurtulamıyordu. Hemen gittim, uzandım, elimi pisliğe daldırıp hayvanı temiz bir yere bıraktım, kurtulmuştu... Sonra ellerimi sabunladım yıkadım ve abdest alıp sabah namazını kıldım. Biraz uzanmıştım ki uyumuşum. Rüyamda bu sağ elime ışık verdiler. Sağ elim projektördür, ışık saçar. Görmekde güçlük çektiğimde yolda giderken ondan böyle yapıyorum!” demişlerdi.
Hocam sağ elini açar avucunun içinden kâinatı seyrederdi.
Manevî emânetlerini, kendisine yakinen hizmet eden ona yanaşmış sevdiklerinden birine bırakacağını söylemiş fakat isim açıklamamışlardır.
Son zamanlarını ikibuçuk sene hastanede geçirdi. Vasiyetlerinde :
“Dünyaya garip geldim, garip gitmem lâzım. Garibin yeri tenhadadır” ifadesiyle sessiz bir köy kabristanına gömülmek istediler.
2 Aralık 1989 Cumartesi günü HAKK’a yürüdüler.
O’nu kar yağarken sevdiği iri kar taneleri ile köyde toprağa verdik.
Doyamadık O’na...
Aziz hatırası önünde eğiliyoruz...
Mübârek ruhu şâdolsun.
O’nu düşünmek, hissetmek, sevmek bile ilâhî sevginin doruklarına götürüyor insanı...
Ne mutlu onu görebilenlere, onu sevenlere...
Selâm olsun bizden onlara!..
28.03.1990 Çarşamba